izzettincandan sitesahibi webmaster iletişim:izzettincandan@hotmail.com
   
  ZULME KARŞI TEK YÜREK
  FİLİSTİN Haberleri
 

“İsrail’in yaptığı, gaddarlık ve savaş suçu”
İZZETTİNCANDAN tarih 08.07.2011, 11:06 (UTC)
 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi, İsrail askerleri tarafından Mavi Marmara gemisine düzenlenen saldırıyı soruşturarak bir rapor hazırladı. İngiltere, Ürdün, İsviçre ve Türkiye’de 100’den fazla görgü tanığının ifadesini alan bir heyetin yazdığı rapor, İsrail’in yardım gönüllüsü gemilerine yaptığı ölümcül saldırının öncesinde ve sonrasında insan hakları hukuku da dahil olmak üzere uluslararası hukuku ihlal ettiğini açıkça ifade etti.

BM bünyesinde atanan üç kişilik bilirkişi grubu tarafından hazırlanmış olması nedeniyle raporun ulaştığı sonuçlar çok önemli. Rapor açıkça İsrail askerinin yaptıklarını “yasadışı, orantısız ve kabul edilemez ölçüde gaddarlık” olarak nitelemekte.

Dokuz sivil yardım gönüllüsünün uluslararası sularda öldürüldüğü olayı ayrıntılarıyla inceleyen heyet raporunda şöyle demekte: “İsrail ordusunun ve diğer personelinin gönüllü gemilerindeki yolculara yaptıkları sadece orantısız olmakla kalmamış, gereksiz ve inanılmaz oranda bir şiddeti içermiştir. Aynı zamanda kabul edilemez derecede gaddarlık ortaya koymuştur. Bu tip bir davranış, güvenlik veya başka herhangi bir gerekçeyle meşru gösterilemez ve affettirilemez. İnsan hakları ve uluslararası insani hukuk kuralları vahim bir şekilde ihlal edilmiştir.”

Heyet ayrıca taammüden adam öldürme, işkence, insanlık dışı muamele, kasten eziyet ve ciddi yaralanmaya sebep olma suçlarının oluştuğuna dair “açık delillerin” bulunduğunu ifade etti. Bütün bu suçlar Cenevre Konvansiyonu’na göre de savaş suçları kapsamında bulunuyor. Raporda ayrıca İsrail hükümetinin mağdurlara bir an önce tazminat verilmesi ve suçluların yargılanması gerektiği belirtiliyor.

İsrail hükümeti beklendiği şekilde raporun taraflı olduğunu öne sürerek kulağını tıkamayı yeğledi. Esas ilginç olan ise bazı uluslararası basın organlarının haberi veriş şekliydi. Bazıları İsrail ağzını kullanarak BM bünyesindeki İnsan Hakları Konseyi’nin İsrail karşıtlığı olduğunu iddia ederek, raporun etkisini azaltma çabası içine girdiler.

Fakat artık güneşin balçıkla sıvanamayacağını başta İsrailli yetkililer olmak üzere herkesin görmesi gerekiyor. Lobi faaliyetleri ve taraflı basın aracılığıyla yapılan haberlerle bir yere varamayacaklarını görmezler ise kaybedecekleri tek şey tazminat davaları olmayacaktır.

İZZETTİN CANDAN
 

Türkiye’nin Filistin-İsrail Arabuluculuğu
izzettincandan tarih 08.07.2011, 11:03 (UTC)
 Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, 20 Nisan’da New York Times’ta yayımlanan yazısında, Türkiye’nin bütün güç ve imkânlarını yapıcı Arap-İsrail diyaloğunu kolaylaştırmak için kullanmak istediğini söylüyor ve ekliyordu: “Sorumluluğunun bilincinde olan Türkiye, yardıma hazırdır.” Türkiye, dünyanın her köşesinde arabuluculuğa soyunuyor: Arap dünyasında, Balkanlar’da, Dağlık Karabağ’da, Afganistan’da, İran’la Batı arasında. Botsvana bile Namibya’yla toprak anlaşmazlığını çözmek için Türkiye’nin yardımına başvurdu. Bölgesel arabuluculuk, her zaman başarılı olmasa da Türkiye’nin ‘komşularla sıfır sorun’ politikasının alametifarikası haline gelmiş durumda. Ne var ki Türkiye’nin arabuluculuğu, Arap-İsrail ihtilafında devrede değil.

Dürüst aracılık sorunu
Durum her zaman böyle değildi. Son on yıl zarfında, şu an birçoklarının tabiatı gereği İsrail karşıtı saydığı Erdoğan liderliğindeki aynı hükümetin yönettiği Türkiye, Ortadoğu barışını teşvik etmek ve İsrail’le Arap ve Müslüman ülkeler arasındaki diyaloğu geliştirmek için çeşitli girişimlerde bulundu. Türkiye, ABD ve Dörtlü’nün oynadığı geleneksel rolleri tamamlayabilecek konumda olduğunu gösterdi. Fakat Aralık 2008’de Dökme Kurşun Operasyonu’nun patlak vermesinden bu yana Türkiye’nin İsrail-Arap ihtilafındaki arabuluculuğu durdu. Türkiye-İsrail ilişkileri kötüleşti, Mayıs 2010’daki filo olayının ardından da dibe vurdu.

Mevcut İsrail hükümeti, Türkiye’nin arabuluculuğunun mevzu bahis olmadığını, zira bu ülkenin artık dürüst bir aracı olamayacağını söylüyor. İsrail kamuoyu da aynı fikirde gibi görünüyor. Peace Index’in Aralık 2010’da düzenlediği anket, İsrailli Yahudilerin yüzde 62’sinin Türkiye’yi hasmane bir ülke olarak gördüğünü ortaya koydu. Bu yaklaşımların galebe çaldığı ve barış sürecinin bir adım bile ilerlemediği bir ortamda, Türkiye’nin Ortadoğu’daki arabuluculuk heveslerini hayata geçirmesinin bir yolu var mı? Arap-İsrail barışını teşvik etmek konusunda Türkiye’nin yeni rolü ne olabilir? Bu sorulara dair birkaç değerlendirmede bulunmak isterim:

Türkiye’nin yeni rolü
Filistin birliğini desteklemek. Türkiye, müstakbel bir İsrail-Filistin barış anlaşmasını mümkün kılacak siyasi koşulların oluşturulmasına yardımcı olabilir. Filistin birliğini ve Fetih-Hamas arasındaki son anlaşmanın uygulanmasını destekleyebilir. Batı Şeria ve Gazze arasındaki bir bölünme, müstakbel barış anlaşmasının önünde engel teşkil edecektir –yani Batı Şeria’daki Filistin liderliğiyle imzalanan her anlaşma, Gazze’deki liderlik tarafından büyük ihtimalle reddedilecektir. Bu bölünmenin devamı, başa geçmesi muhtemel barış yanlısı bir İsrail hükümetinin Filistinlilerle anlaşma yapması açısından ciddi bir pürüz oluşturacaktır.

Fetih-Hamas anlaşması, bu engelin ortadan kaldırılması için bir fırsat sunuyor. Türkiye’nin Hamas’la yakın ilişkileri, böyle bir süreçte önemli bir rol oynamasına imkân tanıyabilir. Ne var ki Türkiye de bunun Mısır’la yakın koordinasyon gerektiren bir görev olduğunu ve Hamas’ın meşrulaştırılmasına karşı çıkan mevcut İsrail hükümetinin kendisine müspet gözle bakmayacağını kabul etmeli.

Gazze’de çatışmaların kızışmasını engellemek. 2011’in ilk ayları, Gazze Şeridi’nde çatışmaların artışına sahne oldu. Şiddet nihayetinde dizginlenmiş olsa da, durum kolayca tekrar kontrolden çıkabilir ve yeni bir çatışma furyasına yol açabilir. Bilhassa Filistin devletine dair merakla beklenen BM oylaması yaklaştıkça artan gerilim, bu ihtimali gündeme getiriyor. Türkiye, Hamas’la İsrail arasında dolaylı mesajlar alınıp verilmesine yardımcı olarak bir çatışma önleme aktörü görevi görebilir. Bu tür mekanizmaların geçmişte etkili olduğu, İsrail’le Hamas arasında ateşkesler ilan edilmesini ve çatışmaların kızışmasının önlenmesini sağladığı görüldü. Türkiye böyle bir rolü üstlenirken, aynı zamanda esir tutulan İsrail askeri Gilad Şalit’in serbest bırakılmasını öngören bir İsrail-Hamas anlaşmasına katkıda bulunmanın yollarını da aramalı. Böyle bir anlaşmayı bağlamak, Türkiye’nin İsrail’deki imajının düzelmesine büyük katkıda bulunacaktır.

Bölgesel düşünce kuruluşlarını bir araya getirmek. Arap-İsrail barışını teşvik etmeyi amaçlayan sivil toplum gayretleri, genellikle bireylerin bir araya getirilmesini kapsayan ve tabandan gelen iki taraflı İsrail-Filistin girişimleri şeklinde tezahür ediyor. Bu tür çabalar önemli olsa da, bir dönüm noktası yaratmayacaktır. Yeni tip bir çaba gerekiyor –bunun İsrail ve Filistin’den ibaret kalmayıp bölgesel karakter taşıyan ve tabandan gelmek yerine politika üreten bir çaba olması lazım. Karmaşık durumları analiz etme, farklı siyasi seçenekler ortaya koyma ve bölgesel senaryolar ve vizyonlar tasarlama kapasitesine sahip olan düşünce kuruluşları, araştırmayla siyaset arasında köprü oluşturarak böyle bir çabada başrol oynamalı.

Türkiye, İsrail ve Arap dünyasının belli kesimlerinde dış politikada uzmanlaşmış düşünce kuruluşları, hem sayıları hem etkileri itibariyle yükselişte. Bunlardan bazıları bilhassa bölgesel barış girişimlerini desteklemek ve yeni bölgesel ağlar oluşturmak üzerine yoğunlaşıyor. Bu kullanılması gereken yeni bir kanal. Türkiye’deki düşünce kuruluşları çoktandır çeşitli bölgesel toplantıların birer parçası ve bu çabaya öncülük etmek ve sürdürülebilir barışçı siyasi diyalogla iştigal eden diğer ilgili kuruluşları bir araya getirmek açısından gayet uygun bir konumda.

İsrail’in hasmane görüşü
Türkiye, bu üç rolü resmi müzakerelere karışmaksızın ve İsrail’le kendi krizini açıkça çözüme kavuşturmadan önce yürütebilir. Gül’ün yazdıkları, Türkiye-İsrail ilişkilerinin tamamen siyah-beyaz olmadığının işareti. Türkiye’nin İsrail’e yönelttiği sert eleştirilerin yanında, barışa ulaşılmasına yardımcı olmak yönünde bir niyet de söz konusu.
Ancak İsrailliler Türkiye’yi hasmane bir ülke olarak gördükçe, gelecekteki Arap-İsrail müzakere masasında Türkiye’ye bir yer verilmesi kolay olmayacaktır. Türkiye’nin İsraillilerle Araplar arasında arabuluculuk yapabilmesi için, önce birilerinin ortaya çıkıp İsraillilerle Türkler arasında arabuluculuk yapması gerekiyor. Bu, hem Ankara’nın hem de Kudüs’ün çıkarına olacaktır.

(Nimrod Goren, İsrail Bölgesel Dış Politikalar Enstitüsü’nün kurucusu ve Kudüs Van Leer Enstitüsü’nde araştırma görevlisi, Haaretz, 20 Mayıs 2011)

 

Arapların Eski Dostu Atina Düşman Oldu
izzettincandan tarih 08.07.2011, 11:02 (UTC)
 İsrail’in Atina’ya baskı unsuru olması için ‘Yunan filosu’ adını verdiği ikinci Özgürlük filosu, Tel Aviv’in diplomatik başarısı haline geldi. Arap bölgesinde yaşanan heyecan verici gelişmelerin ortasında ‘Özgürlük filosu 2’ haberleri, televizyon ekranlarından düşmek üzere ve Arap gazetelerinin iç sayfalarda gözlerden uzağa gizlenmekteydi. Ta ki beklenmedik bir sürpriz yaşanana dek… Yunanistan kendi limanlarına demirlemiş gemilerin Gazze’ye hareket etmesini engellediği zaman, filo haberleri yeniden gündeme oturdu.
Ankara geride duruyor

Geçen yıl yine bu zamanlarda ‘Özgürlük filosu 1’in faaliyetlerine eşlik eden olumlu havaya dönecek olursak, şartların nitelik olarak ne kadar değiştiğini, ilk yolculuğu organize eden insan hakları örgütleri ve uygun siyasi anı kollayan uluslararası barış gruplarıyla dizginleri ellerinden alınan iyi niyetli eylemciler arasında verilerin nasıl değiştiğini görürüz. Önceki filo, organizatörlerin planlı biçimde ve uygun siyasi şartlarda başlattığı kapsamlı barış harekâtının zirvesindeydi. Ardından en iyi sonuçları elde ettiler. Hatta farklı milletlerden barış davetçilerine yönelik kanlı saldırısı akabinde İsrail, uluslararası alanda yalnızlığa gömüldü ve dünya kamuoyu tarafından kınandı.

Yalnız Gazze Şeridi’ne yönelik zalim ablukadan gıda maddesini çıkarmak zorunda kalınan birinci filonun somut sonuçları kadar, ikinci filonun meyveleri de hayal kırıklığı yarattı. İkinci filo, aşırı sağcı hükümete bedava bir hediye olarak geldi. Bu hediye, Filistin halkıyla dayanışma içine giren barışçıl eylemcilerin kötü örgütlenmesi sebebiyle değil, bir yıl içinde yaşanan jeopolitik değişikliklerin bu kimseler tarafından yanlış değerlendirilmesi sebebiyle gerçekleşti.

Geçen yıl Ankara, birinci filo saldırısında başı çeken Türk hayır cemiyetlerinin arkasında destekleyici güç olarak durmuştu. Arap siyasi susuzluğunun ortasında Erdoğan hükümeti, kapsamlı bölgesel saldırıya uygun Ortadoğu dalgalarını yaran medyatik-siyasi donanmasının başında duran bir güç gibiydi. Bu güç, Ankara’nın büyüyen rolüne sesleniyor ve bölge konularında sözü dinlenir bir devlet olarak kendi vizyonuyla uyum içerisine giriyor.

Türkiye bu sefer, sahnenin genel çerçevesinden tamamen gizlendi. Kendisine, NATO müttefikleri nezdindeki imajına ve hatta İsrail’le karmaşık siyasi, askeri, ekonomik ve güvenlik çıkarları ağına ağır gelen bir oyuna girmekten uzak durdu. İsrail, Ankara’yla yarı kopuk ilişkilerini Türkiye’nin uzun bir tarihten bu yana klasik düşmanı olan Yunanistan’la paralel ilişkiler ve denk koalisyonlar kurmak için kullandı. Bu durum, halihazırda kendi demokrasi baharıyla meşgul olan Ortadoğu’daki siyasi çevreyi tamamen değiştirdi.

İsrail-Yunan ilişkileri
O halde İsrail’in Atina’ya baskı unsuru olması için ‘Yunan filosu’ adını verdiği ikinci deniz yolculuğu, birinci yolculuğun ağırlığına ihtiyaç duydu ve İsrail’in diplomasi başarısı olarak erken sonuçlar verdi. Bu doğrultuda filonun ilk sonuçları, Gazze’deki siyasi ablukanın kırılması düşüncesinin aksi yönünde geldi. Bir yandan başarısız olmuş insan hakları grupları üzerinde, diğer yandan Gazze’de abluka altında yaşayanlar üzerinde ahlaki darbe oldu.

Filodakiler Türkiye’nin yokluğunun ve İsrail-Yunan ilişkilerindeki değişimin anlamını iyi okusalardı ve kötü niyetli ülkelerin iyi niyetine fazla güvenmeselerdi, bu tür sonuçların önüne geçilebilirdi. Ne Yorgo Papandreu’nun babası Andreas Papandreu, ne de büyük mali desteklere muhtaç, çöküşün eşiğinde ve iflas tehdidi altındaki Atina… Yaklaşık bir yıl öncesine kadar Arapların ve özellikle Filistinlilerin sağlam klasik dostu olan Atina…

(İsa El Şuaybi, Ürdün gazetesi Ghad, 5 Temmuz 2011)

 

İsrail’in Korktuğu Başına Geliyor
İZZETTİN CANDAN tarih 08.07.2011, 10:58 (UTC)
 Arap dünyasında yaşanan halk ayaklanmalarının ve rejim değişikliklerinin en çok bölge diktatörleriyle oluşturduğu ilişkileri kaybetmek istemeyen İsrail’i tehdit ettiği ortadaydı. Zaten Tel Aviv yönetimi tedirgin ve agresif açıklamalarıyla meydana gelen gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmekten çekinmiyordu. Özellikle bölgedeki en yakın ve sadık müttefiklerinden olan Hüsnü Mübarek’in devrilmesinin ardından ortaya çıkacak durumu merakla bekliyordu. En çok korktuğu ise yeni yönetimin İsrail-Mısır arasında 1979 Camp David anlaşmalarından bu yana devam eden ittifak tavrının dışına çıkmasıydı.
Son günlerde ortaya çıkan gelişmeler bu korkuların yavaş yavaş gerçekleşmekte olduğunu gösteriyor. İlk olarak Mısır’da oluşan yeni hükümetten yıllardır kapalı olan Gazze sınırının açılması niyetiyle ilgili açıklamalar geldi. Böylelikle İsrail’le birlikte Gazze’yi bir açık hava hapishanesine çevirmiş olan ve Filistinlilerin insanlık dışı bir ambargoya maruz kalmasına neden olan bu politikadan geri dönüş sinyalleri verilmiş oldu. Bunun Hamas’a yarayacağından korkan İsrail, buna kesinlikle karşı çıkıyor. Zaten insani yardım götüren gemilere yaptığı vahşi saldırı göz önünde bulundurulursa bu beklenen bir durum.

İsrail’i çılgına çeviren bir diğer gelişme, Filistin’i son dört yıldır coğrafi ve siyasi olarak ikiye bölmüş olan anlaşmazlığın sona ermesiyle meydana geldi. Mısır’ın arabuluculuğunda ve Türkiye gibi bölge ülkelerinin desteğiyle Gazze’yi kontrol eden Hamas ile Batı Şeria’yı yöneten El Fetih ulusal birlik hükümeti kurma konusunda anlaşmaya vardı. Böylelikle bağımsız Filistin amacının önündeki en önemli engel kalkmış oldu. İsrail kendisi için çok önemli bir yeri olan böl-yönet silahını kaybetti.

İsrail Başbakan’ı hemen “Hamas’la bizim aramızda tercih yapmalısınız” diyerek El Fetih’e sert çıktı. Hamas’la hiçbir şekilde müzakere etmeyeceklerini belirterek, barış görüşmelerinin duracağını söyledi. Hatta Filistin yönetimine giden vergi gelirlerini vermemekle tehdit etti. Washington yönetimi her zaman olduğu gibi bu açıklamalara destek verdi. Oysaki barış görüşmesi dedikleri şey çoktandır boş ve faydasız konuşmalardan ibaret hale gelmişti zaten. Obama yönetimin ilk aşamadaki ısrarına rağmen İsrail, Filistin topraklarında yeni yerleşim yerleri açmaya ve Gazze’de terör estirmeye devam ediyordu.

Yakın zamana kadar bölgede hemen hemen her şeyi kontrol ediyormuş gibi görülen İsrail, Arap dünyasında yaşanan değişim rüzgârını gün geçtikçe daha sert şekilde hissediyor. Yakın müttefiklerini bir bir kaybediyor. Yaptıkları zulmün ilelebet payidar kalacağını uman İsrailli yöneticilerin aklı bugünlerde çok karışık. Son yıllarda Türkiye’ye düşmanca davranarak onu kaybetmenin ne kadar büyük bir hata olduğunu şimdi daha iyi anlıyor ve hayıflanıyor olsalar gerek.

Oğuzhan Yanarışık

 

FİLİSTİNİN REFAH SINIR KAPISI SEVİNCİ
İZZETTİNCANDAN tarih 08.07.2011, 10:56 (UTC)
 Mısır’ın yeni döneminde Gazze şeridiyle olan Refah sınır kapısını daimi olarak açma girişimi, Mübarek döneminden farklı yeni Mısır siyasetindeki değişimin göstergesi. Mübarek rejimi, Siyonist oluşumun Gazze’deki Filistin halkına karşı dört yıldır dayattığı ablukayı sıklaştırma yönündeki Amerikan telkiniyle bu sınır kapısını kapatmıştı.
Siyonist oluşumun, yeni dönemdeki Mısır’ın adımından rahatsızlık duyması kaçınılmazdı. Bu rahatsızlık, imzalanan anlaşmalara saygı gösterilmesini isteyen birçok Siyonist yetkili tarafından dile getirildi. Refah Kapısı’nın açılması, bu oluşumun son dönemdeki başarısızlıklara eklenen bir adım ve Mısır devriminden sonra kısa vadede beklenmedik bir sürpriz olarak görülüyor. Bu adım, başka adımların yolda olduğunu da teyit ediyor. Özellikle de Mısır’ın Fetih’le Hamas arasında ev sahipliğini yaptığı uzlaşı anlaşmasının taçlandırılmasını temsil ediyor. Uzlaşı anlaşması, Filistinlier tarafından olumlu karşılandı, Siyonistleriyse rahatsız etti.

Siyonistler, Mısır halkının kendi ulusal iradesini geri kazandığını görmezden geldi. Kendisini ve rejimini ABD ve Siyonist oluşumun tasarrufu altına koyan Mübarek’in gölgesinde, bu halk iradesini geri almakta başarısız olmuştu. Devrim gençleriyse, Filistin halkının davasına yönelik despot rejimin bastırdığı coşkulu duygularını yeniden ifade etti.

Er ya da geç kurtulacak
Gazze ve Batı Şeria halklarından Filistinlilerin yanı sıra Arap ve Müslümanların da sınırın açılmasından duydukları sevinç, Filistin sorununa destek verenler tarafından gıptayla karşılanıyor. Bu adım, Gazze şeridinin nefes almasına destek olacak. Kötü dönemler artık geride kaldı, ama yine de bu durum güven ortamının sağlama alındığı anlamına gelmez. Filistin halkı hâlâ kendi iç bütünlüğü ve dış ilişkileri içinde birçok sorunla mücadele ediyor.

Refah Kapısı’nın açılması, büyük bir adım olarak görülmekte, ancak esas istenen çalışma, Filistin’in Siyonistlerden kurtulmuş, Arap ve Müslüman çevresiyle adapte olmuş hale getirilmesi. Bu amaca er ya da geç ulaşılması gerekiyor.

(Nusip Nuaymi, İran’da Arapça yayımlanan Vifak gazetesi, 30 Mayıs 2011)

 

<-Geri

 1 

Devam->

 
  Bugün 6322 ziyaretçikişi burdaydı!  
 
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol